Şenay Tanrıvermiş
senayt@windowslive.com
Terence Malick bol ödüllü ‘Hayat Ağacı’ndan sonra ‘Aşkın İzleri’yle inanç, sevgi, arayış gibi ucu açık ve cevapsız sorularını sormaya devam ediyor. Ancak bu zor konular çözümlenemiyor veya en azından herhangi bir noktada birbiriyle ilişkilendirilip bir odakta da kesişmiyor ne yazık ki. Konu kısaca şöyle özetlenebilir; Neil ve Marina ile Paris’te aşık olurlar, Marina çocuksu, takıntılı, tutkulu bir aşka düşer. Marina’nın gözü kızını bile görmez, Paris çekilmez ve yaşanmaz görünür artık. Amerika’ya aşkının peşine gider. Neil’in ilgi ve sevgi dolu olduğu hissedilir ancak aynı tutku ve heyecanı paylaştığı çok net değildir. Zaten daha sonra çocukluk aşkı Jane ile karşılaşınca Marina’dan bir süre vazgeçer.
Javier Bardem’in canlandırdığı rahip karakteri olayların ve karakterlerin kesişme noktasıdır. Ayrıca filmin aşk, intikam, sadakat, sevgi gibi düğümleri de rahibin didaktik üst sesiyle cevaplanacak gibidir. Ancak en baştan belirtilmeli ki tüm kavramlar ele alındığı gibi geri bırakılır; yeni bir bakış açısı, farklı bir cevap, çözüm geliştirilemez. Eğer Malick insanoğlunun çıkışsızlığına dair, özellikle sevgi ve aşk üzerine kurduğu konusunu çözümsüzlükle cevaplayacaktıysa bunu bir din adamının didaktik sesine bırakmamalıydı kuşkusuz. Çünkü yanıt en baştan sona kadar kutsal kitaplarda bulunacaksa soru sormanın ne kıymeti kalıyor ki?
Üstelik aşk ve sevgi nüanslarına yapacağını ilan ettiği dokunuşlar da film ilerledikçe anlamını azaltıyor, değerini düşürüyor. Yönetmen ‘Hayat Ağacı’nda olduğu gibi yine hayat dersleri vermeye devam ediyor ancak ders değeri taşımayan içeriğin izleyici için sıkıcı ve bunaltıcı olduğunu işaret etmek gerekiyor. İzleyici için film yeni bir içerik oluşturmasa da büyüleyici görseller bir yere kadar seyir zevkiyle idare ediyor. Neredeyse hiç diyalogun olmadığı ve monologlarla sözün yer aldığı film bir noktadan sonra izleyiciyi sıkmaktan öte yoruyor. Tempo gittikçe düşüyor ve görsel/işitsel öğeler kendini tekrar ettikçe anlatı iyice aksıyor.
Marina’nın çocuksu aşkı ve çöküşüne eşlik eden doğa manzaraları, özellikle toprak, su, kum ve çamur gibi metaforlar anlaşılmaz olduğu için izleme motivasyonunu iyice düşürüyor. Filmin en çarpıcı görüntülerinden biri olan ve anlatı içinde birkaç kez geri dönülerek hatırlatılan gel-git sahneleri oldukça etkileyici, büyüleyici ve anlaşılır. Gel-git sahneleri hem karakterlerin iç dünyasına denk düştüğü izlenimi yarattığı için hem de şiirsel güçlü bir doku oluşturduğu için gerçekten filmin zafer sahneleri olarak ilan edilebilir.
Ancak genel olarak karakterlerin işleniş biçimi o kadar sorunlu ve zorlama ki ne sevilebilir, ne nefret uyandırabilir ne de anlaşılabilir manadan yoksun kahramanlar olarak dönüp duruyorlar. Mariana’nın film boyu uçuşan, hoplayan, zıplayan yürümesi açıklanabilir bir duygu ve zeka işi değil ne yazık ki! Mariana hoplayıp zıplayarak yürüdükçe film yerinde saymaya devam ediyor. Neil’in ifadesiz, isteksiz, donuk bakışları ise apayrı bir sorun olarak anlatı içinde havada asılı kalıyor. Yine de Terence Malick isminin ödüllü kotasından dolayı eleştirmenler tarafından kutsanan filmin ağır aksak, diyalogsuz, bol sorulu, çok sorunlu ve neredeyse hiç cevapsız olduğunu bilinirse iyi olur. Sadece çok iyi görseller, bağlantısız, kopuk ancak kaliteli fotoğraflar izlemek isteyen için iyi bir tercih olabilir elbette.
fenalıklar geçirten bir film, ızdırap resmen ve ayrıca uzadıkça uzuyor ve kadın zıpladıkça sabır zorluyor. bu adam üstelik ödüllüymüş, tam işkencelik bir film. sıfır romantzim, sıfır aşka bence, ne biçim aşk öyle. içim sıkıldı filmden, sakın gitmeyin
BeğenBeğen
BEN AFFLECK İDİYOT GİBİYDİ YAHU:))))))))))))
BeğenBeğen
daha erken yazmalısınız, dün akşam iyi eleştiriler okuyup gittim ve iş işten geçmişti sizi okuduğumda…
BeğenBeğen
nerde aşkın izi, nerde melankoli, nerde romantzim. yeminle aşktan soğutur böyle film. o güzelim kadın şebek gibi olmuş ortalarda aptal aptal dolanıyor, püffffff
BeğenBeğen
Erkekler mac izliyor, kadınlar sinema salonlarında ama bu filmi izleyeceğime keske evde mac izleseydim((
BeğenBeğen