Tek kişilik mücadeleler sonunda dünyaların yenilebileceği, sistemin defolarının bazen defoların kendisi tarafından bizzat düzeltilebileceği, azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağı ve er geç adaletin kazandığı Amerikan filmleri bir dünya ödül alsa da aslında yine sistemin kendisine hizmet ediyor farkında mısınız? Tüm bu mesajlar kısmen doğru olsa da filme uyarlanırken karakterler iyice kahramanlaştırılıyor, kusurları azaltılarak efsanevi değerler ilave ediliyor ve herkesi hayrete ve hayranlığa düşürecek büyük değişimler söz konusu oluyor.
Tüm hatlar keskinleştiriliyor, karşıtlıklar yaratılıp üzerine basılıyor ve anlatıya kalem ve kamera gücüyle anlam ve değerler boca ediliyor. Başında ve sonunda izlenen filmin gerçek yaşam hikayesine dayanan bir kurgu olduğu seyirciye hatırlatılıyor ve böylece izlenen her şey gerçekten daha gerçek oluyor. Sonuçta hemen her Amerikan filmindeki ‘eğer çok istersen mutlaka başarırsın, eğer başaramazsan bu senin yeterince istemediğindendir’ mottosu bir kez daha keskinleşerek kesinleşiyor. ‘Ama bu film gerçek hayattan alınmış’ iddiasına ‘hayat gerçekten filmlerden alıntı yapmıyor ne yazık ki’ yanıtı verilebilir tabii. Ancak konumuz genel olarak Amerikan filmlerinin tek kişilik adamlara yüklediği mitik değerleri sorgulamak değil!
TUM hatlar keskinleştiriliyor, karşıtlıklar yaratılıp Üzerine basılıyor Anlatıya kalem Değerler boca çıkacağı ettik Kamera gücüyle anlam ettik ettik. Başında SONUNDA İzlenen Filmin Gerçek Yaşam hikayesine Dayanan Bir KURGU oldugu seyirciye hatırlatılıyor onu sey Eklendi gerçekten DAHA Gerçek Oluyor İzlenen böylece ettik ettik. Amerikan filmindeki ‘eger Eklendi çok istersen Mutlaka başarırsın, eger başaramazsan met senin yeterince istemediğindendir’ mottosu Bir kez DAHA keskinleşerek kesinleşiyor onu HEMEN Sonucta. Iddiasına ‘hayat Eklendi gerçekten Filmlerden alıntı yapmıyor ne yazık ki’ yanıtı verilebilir tabii ‘Alınmış Binanın Ama bu film Gerçek hayattan’. Nato’da Konumuz Genel Olarak Amerikan filmlerinin Tek Kişilik adamlara yüklediği Mitik Değerleri sorgulamak degil!
Dolayısıyla haftanın en iyilerinden biri olan Sınırsızlar Kulübü’ne çok sınırlı hoşgörümüz ve çoktan bitmiş sabrımız çerçevesinde bakmaya çalışalım. Her şeyden önce erkek değerleri ve eril sistemi anlayabilmek için son derece maço bir karakterin üzerinden ilerlenmesi çok yerinde bir seçim gerçekten. Amerikan kovboy mitinin akla düşürdüğü cesur, hızlı, maceracı, güçlü ve savaşçı özelliklerin tümünü ve elbette kovboy çizmesi ve kovboy şapkasını film boyunca kahramanın üzerinde görüyoruz. Ron Woodroof kadınlara ilgisini hayatın merkezine koymuş uyuşturucu ve seks bağımlısı arıza bir karakterdir. AIDS olduğunu öğrendiğinde hastalığın ne olduğunu bilmeyen bir homofobiktir ve 30 günlük ömrü kaldığı söylendiğinde tek yapmak istediği yine sadece anı yaşamaktır. Anı yaşamaktan anladığı ise sevişmek, kafayı bulmak ve rodeo yapmaktır. Son derece sığ bir karakter olmasına karşın sistemin deneği olmamak için verdiği zorlu mücadele sırasında giderek değişir, dönüşür, güya olgunlaşır.
Özellikle filmin ikinci yarısından sonra doktoruyla sohbet ederken yaşamın zaten anlamsızken bu anlamsızlık için savaşıyor olmasının daha da anlamsız geldiğini söyler. Ancak bu boşluk ve anlamsızlığa tam olarak inandığından değil henüz yeni fark ettiğinden kendisi de şaşkındır. Bu da karakterin derinleşmesinden çok sığlığındaki yüzeyselliği ispatlar gibidir. Başına gelmeyen hiçbir şeyle empati kuramayan bu adam aslında gayet ilkel, vahşi ve bencil bir adamdır. Yani başına gelmeden anlamayanlardandır ve hatta başına gelince bile zor anlayan ve anladığında da mutlaka önce kendi çıkarını hesaplayan tam bir sistem böceğidir denilebilir. Öyle ki hasta olduğunu öğrendiği anda kendisi için ‘öteki’ olanın kendisi olduğuyla yüzleşir.
Bir anda terk edilir, alaya alınır, suçlanır ve tüm dünya üzerine yürür adeta. Hastalığın tedavisi ise ilaç endüstrisinin kuralları içinde işlemekte ve kendisini sadece ölmek üzere olan bir beden olarak denek aracı bir fare gibi görmektedir. Tüm bu realiteyle birlikte yaşamı için çok hızlı bir geri sayımın başladığı bilgisi ise ayrıca ciddi bir gerilim yaratmaktadır. Bu gerilim içinde kendisine temin ettiği ilaçları çevresine de sağlarken durumdan kazanç sağlamayı ve devlete karşı alternatif bir çete gibi çalışmayı ihmal etmez. Yaşamı geri sayım da bile olsa çaresizce ilaç isteyenlerden tam para bekler.
Bu anlamda kendisi de sistemin küçük ve basit bir temsilcisidir. Ron Woodroof’a yardım eden ve tüm AIDSliler için neredeyse kahrolan doktor Eve Saks ise filmde olmasa da olur yama bir karakter gibi kalmıştır. Eve Saks karakterinin neden bu kadar iyi ve konuya duyarlı olduğunun bir açıklaması yoktur ve dolayısıyla inandırıcılığı da zayıftır. Ne olursa olsun sonuçta 30 günlük ömrü kaldı dendikten sonra kendi doğal yöntemleriyle 2191 gün daha yaşayan Ron Woodroof’un yaşam savaşı sistem ilaçlarının bazen en öldürücü zehirler olabildiğini göstermesi açısından takdire layıktır. Ancak yine de bu tek kişilik kahramanlık hikayeleri dönüp dolaşıp yine sistemin kendisine hizmet etmekte ve düzeni aklamaktadır.
Konusu sevilebilir veya çekilmez gelebilir ancak öyküsü açısından ve oyunculuklar nedeniyle bütünlük içeren, kendi içinde ve politikasında başarılı bir filmdir. Jean-Marc Vallée’ın yönettiği Sınırsızlar Kulübü’nde Matthew McConaughey’in yanı sıra Jared Leto, Jennifer Garner, ve Steve Zahn’de rol almıştır. Matthew Mcconaughey oyunculuğu ve fiziksel özellikleriyle filmografisinin belki de en kusursuz ve unutulmaz performansını gerçekleştirmiştir.