Yazar : Şenay Tanrıvermiş
İletişim : senayt@windowslive.com
İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olarak seyirciyle buluşan ‘Umudun Peşinde’ festivalin en çabuk biletleri tükenen işlerindendi. Şimdi vizyona girdi ve kaçıranlar için en baştan belirtelim ki yılın en iyilerinden biri gerçekten. Yönetmen StephenFrears filmografisinin en başarılı filmi olarak şaşırtan ve etkileyen bir konusu var. Gazeteci Martin Sixsmith’in gerçek yaşam hikayesinden yola çıkarak yazdığı “TheLost Child of PhilomenaLee”den uyarlanan filmde kayıp evladının peşinde inançları ve vicdanı arasında çok hüzünlü bir yaşam sürdüren bir annenin dramı anlatılıyor. Konu kayıp evlat ve annelik olunca Veysi Altay’ın ‘Berfo Ana’ anısına çektiği ve yine festivalde gösterilen filmi akla geliyor hemen.
Berfo Ana’yı sadece hüzünlü ve acı dolu bir portre olarak merkez de tutmak yerine gücüne, inadına, mizahına ve kendi doğrularından taviz vermeyen inancına kamerasını çeviriyordu yönetmen. Kimseden gözyaşı, vicdan, acıma dilenmeyen tersine, haklı davasının arkasında dimdik duran Berfo Ana, ayrıca ve bir kez daha kalabalık kitlelerle özdeşleşmeye yanaşmayarak ve yönetmenin bilinçli tercihiyle belki tenezzül etmeyerek biraz uzak duruyor seyircisine. Umudun Hikayesi ise gerçek bir olaydan yola çıkarak çekilmiş bir belgesel değil ve zaten senaryosunu Steve Coogan’ın yazdığı akıcı bir dramatik yapısıyla başlı başına nefis bir kurmaca.
İki annenin yolculuğunda pek bir benzerlikte yok elbette ama annelik denilen sonsuz vicdan azabı ve dinmek bilmeyen sorumluluk duygusu açısından çok hüzünlü bir duyguda kesişiyorlar. Tabii ülkemizin ortak bilinçaltının kayıp çocuklarla dolu kirli ve acı dolu bir tarihi olunca filme girerken en azından anneler günü haftasında Berfo Ana’yı, tüm Cumartesi Annelerini ve çocuğu kayıp yüreği kanayan bütün kadınları anmamak, sevgi ve saygı duruşuyla selam vermemek olmazdı değil mi?
Yani konusu gayet tanıdık ve ne yazık ki gerçek bir film Umudun Peşinde. Bebekken elinden din baskısıyla bir şekilde alınarak evlatlık verilen oğlunun acısı anne Philomena’yı hiç rahat bırakmaz, azalmaz. JudiDench’in minimal oyunculuğuyla devleşen anlatı ince mizah ve güçlü dramatik öğelerin birbirine kıvamlı yedirilmesiyle unutulmaz oluyor. Kaskatı bir dram ve gözyaşı filmi olmak yerine dudağında yarım bir gülümseme ve gözünde biriken yaşla duygular kesiştiriliyor.
Eğlenceli ve hüzünlü arayışın yolculuğundaki her durak anlatının gerçekçi küçük sürprizleriyle renkleniyor, tatlanıyor.
Gazeteci Martin Sixsmith inançsız, ukala, İşçi Partisi’ndeki basın danışmanlığı görevinden atılmış ve hak ettiğine inandığı kahraman gazeteci ünvanını kazanmak isteyen biridir yani boşlukta ve arayıştadır. Dolayısıyla dindar Philomena’nın arayışını kendisi için çıkış kapısı olabilecek bir iş gibi görür. Tabii iki ilgisiz insanın taban tabana zıt dünya görüşleri bu yolculuk sırasında keyifli bir çatışma doğurur. Sağduyulu, sabırlı ve sonsuz iyi niyetli Philomena’nın cahilliğe ve saflığa varan dünya görüşü, Martin’in sert gerçekçiliğiyle karşılaşınca mizahı bol ve keyif veren iki dünya birden sunuyor film. Entelektüel Martin’in gözünden Katolik kurumların katılığına yöneltilen eleştireler aslında tüm dinlerin zaman zaman insan üzerindeki acımasız otoritesini gözler önüne seriyor.
Dinin insanın aklını ve ruhunu temiz tutacak öğretilerle dolu olması gerekirken kendi kurallarını aklamak için ne denli vicdansız ve kötü olabileceğine dair sorduğu sorular ve yobazca inananların dünyasına atılan yumruk kıvamında eleştiriler filmi basit bir yolculuk hikayesi olmaktan çıkarıyor. Çok güçlü, alabildiğine derin ve fazlasıyla zor inanç sorunsalının insanoğluna neler çektirebileceği açıkça ve yüksek sesle soruluyor. Ancak kiliseyi güçlü tutan ve arkasında duran kilise-iktidar ilişkisine pek girilmediği için çok önemli bir sistem eleştirisinin bir ayağı topallıyor maalesef. Ayrıca Philomena’nın kaderci yapısından çok şey öğrenen Martin karakteri, pek çok yerde kendi inançsızlığını yanlış çıkartmış oluyor. Sanki film bize ‘kaderi siz tayin edemezsiniz ve bazen Philomena gibi teslimiyetçi ve inançlı olmanız Martin gibi olmanızdan daha iyidir’ der gibi mesajlar veriyor.
Ya da hayatın elde avuçta tutulamayan öngörülemezliği çıkmazında teslimiyet övülüyor gibi ve bu söylem anlatıyı kurtarıp düzlüğe çıkarsa da ana fikirdeki tutarsızlığıyla duvara hafifçe çarpıyor.
Akıl ve ruh ikileminde çukura düşmüş iki karakterden sonuçta duygu yükü çok güçlü, etkileyici ve zengin bir film çıkartılıyor. Her açıdan izlenmeyi hak eden film ilginç bir konuyu muhteşem oyunculuklarla zirveye çıkartıp önemli sayıda ödül kazanmayı hak ediyor şüphesiz.
Tüm annelerin güçlü sezgisine, hislerine, sonsuz affedicilik ve hoşgörüsüne yapılan güzelleme anlatıyı kimi zaman güldürerek kimi zaman ağlatarak ama ayarını kaçırmayarak hep denge de ve güçlü kılıyor. Annelik yüceltiliyor ancak anneler harcanıyor her zaman ve bir kez daha! Philomena gibi evladına hasret kalan, Berfo Ana gibi oğlunun kemiklerinin peşinde ölen ve artık Ethem ve arkadaşlarının annesi gibi bekleme umudu olmayan tüm annelerin anneler günü kutlanırsa kutlu olsun!